20 Temmuz 2010 Salı

talepkâr olduğum aşkın kahretsin beni

müntehir şiirler düşer dudaklarımdan
gecenin siyahında harlanan gözlerime bak
talepkâr olduğum aşkın kahretsin beni
gece yalan gece riyakâr gece dehşet
ah sen bir de gündüz sevmeyi bilsen

kör olsun, nefsim anlamsızlaştırır bu aşkı
ah bilsen ne ateşler yakarım ömründe
sen de bu sefil günahıma ortaklık etsen.

siktiret sen yine basarak yürü yüreğime
kan damlasın mor düğmenden gönlüme
dedim ya baştan söyledim baksana
müntehir şiirler dökülür dudaklarımdan
bu da onlardan biri aldırma... yeter ki;
gecenin siyahında harlanan gözlerime bak
talepkâr olduğum aşkın kahretsin beni

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Beyaz Çakıl Taşı

Şehirlerarası otobüs terminalleri oldum olası içimi acıtmıştır.Ayrılıkların ve kavuşmaların sıkça yaşandığı bu mekanlar, içinde yaşanılan onca duygusallığa inat çok soğuktur ve istisnasız hepsi mimari yapılarından tutun da içinde hizmet veren pesonellerin davranış biçimleri, konuşma şekilleri hatta satılan emtianın çeşitliliğine varıncaya dek birbirinin aynıdır.Tek farkları ölçeklerinin birbirinden değişik oluşudur ya biri biraz daha uzun diğerinden ya da daha yayvan.

Tahammül sınırım yine gideceğim yöne doğru sefer düzenleyen seyahat firmasından hareket saatini öğrenip bilet alana kadardı.

Kendimi acele adımlarla binanın dışına attım. Derin bir nefesi müsrifçe içime çektim. Acaba ben tek miyim? Otogarlardan böylesine nefret eden başkalarıda var mı?

Hafifçe esen rüzgar peronların sütununa siper ettiğim çakmağın alevine fazlaca tesir edemedi. Sigaranın ilk yanışı, ciğerleri dolduran ilk nefes, ilk kaçış ne zaman başladı unuttum.

Halbuki ilkler önemlidir , unutulmamalı.

Biraz daha sakin adımlarla peronları geçtim terminalin dışına çıktım. Aslında yaşamak istediğin her şey zorunlu olarak yaşadığının bir adım ötesindeydi. Deminki huzursuzluğum kalmamıştı sokağın karşısına geçtim genişletilmiş yol çalışması olduğundan kaldırım yerine stablize yol vardı .

Yeni dökülen mucur geceden yağan yağmurun da etkisi ile yumuşamıştı. Yeni dökülen çakıl taşları yağmurun dokunuşları ile yıkanmış tertemiz olmuştu gözlerimle yeri bir mayın dedektörü titizliliğiyle tarayarak yürüyordum.

İşte ! oradaydı.

Yusyuvarlak simsiyah bir taş.

Ah .
O tebessüm , yüreğimdeki sahipsiz boşluk.

Usulca eğilip taşı yerden aldım. Çok soğuk. Avucumda sıkıp göğsüme bastırdım parmaklarımdan taşa işleyen sıcaklığı ve taştan avucuma sızan soğukluğu gözlerim kapalı duyumsamaya çalıştım.

Taş vücut sıcaklığına eriştiğinde parçanız gibi duruyor. Bir an bıraksanız , cebinize koysanız ya da avucunuzu açıp rüzgara tutsanız nakledilmiş bir organ gibi sırıtıyordu avucunuzda kütlesel varlığı.

İlk kez nerede eğilip bir taşı yerden aldım hatırlamıyorum.Sahil kenarımıydı,kır gezintisi yoksa gene böyle stablize bir yoldanmı unuttum.

Halbuki ilkler önemlidir unutulmamalı.


Siyah taş avucumda, küçük adımlarla hem yürüyor hemde yolu tarıyordum.

İlk taş, ilk tutku.

Ceplerime doldurduğum taşlardan dolayı bir iki gün içinde paltonun yada montun cepleri delinir ve hepsi dökülürdü buna rağmen hatırı sayılır çakıl taşım var. Ne zaman çakıl taşlarım aklıma gelse hemen peşisıra çöp evleri hatırlarım.

İlk duyduğumda evdeydim haber bültenlerinde geçmişti,hemen ekranın karşısına geçtim belediye personelleri bir eve girmiş ellerinde küreklerle camlardan dışarıya çöp atıyorlardı.


Kamera; yüzlerine maske takmış çalışanlarla sokağa yığılan çöp yığınının üzerinde gidip geliyordu. Spikerin ses tonu beni rahatsız ediyordu ev sahibinden bir haşarat bir sürüngen gibi bahsediyordu ve kamera durmadan belediye görevlilerinin maskelerine zoom yapıyordu.

-Kokuyor mu ?
-Size ne ?
-Size ne lan kokuyorsa ? Gitmeyin kardeşim gidin temiz temiz evinizde oturun.
-Görmüyormusunuz,anlamıyormusunuz onun içindeki boşluk dolacak gibi değil.

Eğilip yerden aldığı ilk çöpü neydi acaba ? Fütursuzca olağan bir şeymiş gibimi eğilip aldı,yoksa önce etrafını mı kontrol etti? Heyecanlandı mı, korktu mu bir suçlu gibi mi kaçtı oradan , elleri titredi mi, eve nefes nefese mi girdi ? Kapı ardında bir müddet nefeslendi mi? Koynundan çıkarmadan önce bekledi mi..?

Avucunda tutup ısınmasını hissetti mi ? Çöp toplamak çakıl taşı toplamaktan daha zor olmalı, öyle her şeyi cebine koyamazsın, elinde de dolaştıramazsın.

Kamera çöplerin üzerinde dolaşıyor.
Bir kolu olmayan plastik oyuncak bebeği yanında ışığa tuttuğunda rengi açılan yeşil bir şarap şişesi ...

DUR..! Kamera dur.
Lütfen yavaş; bunca acı, yalnızlık, küskünlük bir çırpıda geçilemez.

Oturma yeri delik deşik olmuş bir koltuk, eski dergiler, yoğurt kaseleri çeşit çeşit meşrubat şişeleri eski dergi ve gazeteler, plastik çiçekler...

Çöp evin sahibi ya da sahibesi ortalıkta görünmüyor temizlik görevlileri kürek kürek çöp atıyor, kürek kürek emek atıyor, heyecan, tutku atıyorlardı.


ve kürek kürek boşluk açılıyordu ...


- Off aman Allah'ım inanamıyorum bu nedir ya..! Şunun güzelliğine bak.
-Ah canım.Sen kimsesiz mi kaldın böyle.

Yere çömelip bembeyaz bir taşı incitmeden yerden alıyorum. Gözyaşlarımın izine rüzgar vuruyor yüzüm üşüyor,ne zaman bu çöp ev aklıma düşse ...

Ulan ben manyağım be..!

Siyah taşı ne yere bırakabiliyorum ne de cebime koyabiliyorum tuhaf bir şey. Sanki iki çocuğunuz var ve birden bire birisini öpmek koklamak istediniz, tam öpceksiniz aniden diğer çocuğunuzun bakışlarının bir çin seddi gibi önünüze dikildiğini hissediyorsunuz onuda öpseniz hem normal hem sahtekarlık öpmeseniz olmaz. Tuhaf bir paradoks çantamı kayışından omuzuma astım, beyaz taşı üzerindeki kum taneciklerinden temizledim.

Taşı güneşe tutunca ışığın içinden süzüldüğünü gördüm.Şeffaf bir beyazlık tüm çevremi kuşatıyordu.

Ben bu beyazlığı bir yerden hatırlıyordum, kesinlikle bir yerden hatırlıyorum ama nereden ?

Avuç içi büyüklüğündeki taşı güneşe tutup bir müddet öylece kaldım. Sanki beynimde dosyalar açılıp kapanıyor tek tek arşiv taranıyordu. Kasap değil ,bakkal...

Birden hatırladım hani eski kitapların sahifelerinin arasından sıyrılıp düşen bir not , bir kartpostal , bir resim gibi birden bire tüm anılarımı depolanmış tüm bilgilerimi itekleyerek öne çıkmıştı.

Dolmabahçe sarayının hamam kurnası;iki kenarında lale motifi bulunan hamam kurnası .Ne kadar zarif ne kadar beyazdı alınıp götürülmeye kıyılamayacak kadar güzel içinden ışık geçen bembeyaz bir taş sanırım bir mermer çeşidi idi .

Avucumdaki taşa baktım, kenarları ovalleşmişti kimbilir ne kadar kırıldı ne kadar törpülendi.

Her şey birbirini çağrıştırıyor; gün içinde okuduğum bir gazete küpurundan fırlayan küçücük bir kız çocuğu çığlık çığlığa beynimin dehlizlerinde koşturarak tam gözlerimin ardında durdu.

-Memleketten son bir hatıra olmak üzere, yerden bir çakıltaşı aldım.

Henüz on yaşında bir sürgün çiçeği; Dürrüşehvar.

Yıllar sonra ölmeden önce yazdığı anılarında böyle yazıyor;

-Memleketten son bir hatıra olmak üzere, yerden bir çakıltaşı aldım.

Ufak bir kız çocuğu; elinden tutan validesinin çekiştirmelerine ufak bir an, gözkırpması kadar süren kısa bir an direniyor ve Dolmabahçe sarayının Üsküdara bakan Harem kapısından çıkarken eğilip gül fidanlarının dibine döşenen beyaz çakıl taşlarından bir tanesini alıveriyor.
Minicik avuçlarında sıkıyor sıcaklığını veriyor soğukluğunu alıyor.


-Anne bir daha buraları göremeyecekmiyiz..?

Cevap verilemez sorular...
inanılmaz güzel bir yüz o yüzden adı; Dürrüşehvar

Şahlara layık beyaz inci...

Elindeki beyaz çakıl taşıyla Üsküdar'a baktı.

O küçük kız çocuğu geçen gün ölmüştü; on yaşında ayrıldığı ülkesini tam sekseniki yıl boyunca ufacık beyaz bir çakıl taşına sığdırmış ve ülke diye vatan diye onu sevmiş onunla yaşamıştı.

Ölürdü kesin dayanamazdı hangi dağı hangi tepeyi yerine koyarsan koy o çakıl taşının yerini doldurması mümkün değildi.

Siyah taşın usulca parmaklarımdan kayıp düşmesine aldırmadım.

Kendi özyurdundan baba ocağından uzakta son nefesini verirken yaşlı parmaklarının yıllarca okşadığı ufacık bir çakıl taşı yavaşça pirinç karyolanın ayaklarının dibine düştü...


-Bu senin için. Sürgünün beyaz çiçeği senin için.

Tren rayları boyunca uzanan tarlalara baktım ve elimdeki çakıl taşını tüm gücümle savurdum.

-Ulan ben manyağın tekiyim be..!

Ne çok ağlıyorum böyle olur olmaza.

İçimde bembeyaz bir boşluk gitgide büyüyor...





onikişubatikibinaltı.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Vaktin var mı ?

arefe gecelerinin sevincini
seni unuttursun diye saklamadım içimde
bayram sabahlarına muhtaç
öpüşlerim var yanağından
alev alev yanmaya takas
ihtiraslarım var
"Vaktin var mı?"

karartma gecelerini
seni saklamak için biriktirmedim
seferberlikten emanet
yaralar kanar avucumda
dudağına takılan kelimelere takas
isyanlar var yüreğim de
"vaktin var mı?

karanlık izbe yerlerde fısıldamak için
büyütmedim içimde alevden sözcükleri
bu şehrin varoşlarında kanlı bir ihtilal besliyorum
yanan plazaların alevinde dans etmek için
darağaçlarına takas
rüyalarım var benim
"vaktin var mı ?"

cebimde misketleri
sana vermek için biriktirmedim
mors oyununun en hırslı yerinde
dudaklarından dökülen adıma takas edeceğim
talan etmek için çocukluğumu
"Vaktin var mı?"

gecelerimde ki masalları,
seni kandırmak için beslemedim
kırmızı elmadan uzak dur diyecektim
başlasın diye yeniden masal
dudaklarımı dudaklarına getirdim
"Vaktin var mı?"

6 Temmuz 2010 Salı

Ne olur Sus deme..!

Sarhoş bir rüzgar kımıldatır tülleri.
Genizleri doldurur toprağa dair anlatılamayan ne varsa, bir damla tene düşer, bir çocuk gökyüzüne bakar, bir serçe sıklaşan kanat çırpınışlarıyla yönelir bir söve ucuna. Aşkın kokusudur bu. Hayatın kokusu ve kokuya yüklenecek ne varsa sürtünerek geçer hayatı teğet geçenlerin yamacından...

Bir damla düşer kirpiklerinin ucuna, çırılçıplak bir gerçektir. Açık yaran varsa yğmurda dolaşma.

Hele birde eylül’e taşımışsan yaralarını eyvah...!

İflah olmazsın...

Sarhoş bir rüzgar değer yanaklarına peşi sıra yaşanmış ya da yaşanacak her şey; kutsallık, günah, azap, sevap...yağmur...

Dudaklarında eylül tadı var
Kelimelerin ayrılıktan dem vuruyor.
Ne olur
Sus deme..!
Sustuğum an ardından kapanacak kapı
Biliyorum
Peşin sıra çığlık çığlığa geceler
Peşin sıra yağmur
Kar

Dudaklarında eylül tadı var
Gözlerin neden yabancı bakışlarıma
Ne olur
Sus deme.
Sustuğum an zehir zemberek
Biliyorum
Peşinsıra
Kıyamet...


Sarhoş bir rüzgar perdeyle sevişiyor,. güzün sarhoşların ne yapacağını kestirmek zor. ne olur yağmuru çağırma.

Açık yaram çok benim

4 Temmuz 2010 Pazar

'O YAPTI' DE

'O YAPTI' DE
bir namlu gibi uzat işaret parmağını
göğsüme, göğsümün tam ortasına
kızıl kıyametler büyüten yüreğime
merhamete yataklık yapan gözlerime ilişme


'O YAPTI' DE
keşke'siz bir ömrü dolaştırıyor de
uçurum boylarında.
kirpiklerinde dolaştırdığı masallardan tanıdım de
çıplak omuzlarından utanan
hafif meşrep rüzgarlarda depreşen sevdama ilişme

'O YAPTI' DE
rüyalarında alnı yıldızlı taylar besliyor de
sarı çiçeklere bakışlarından
bu şehre yakışmayan adımlarından tanıdım de
kızıl bir isyan büyüten gözlerime ilişme


'O YAPTI' DE
sınır boylarında yankılanan ağıtları okşuyor de
ne kadar yetim türkü varsa
her gece koynunda ısıtıyor de
aldığı nefes bu şehire zulüm de
eylül hüznüne kurban boynuma ilişme

'O YAPTI' DE
it izi kurt izine karıştığında
şehre puslu hava indiğinde
bir namlu gibi doğrult elini gövdeme
'kalu bela' kavline sadıklığıma ilişme

'O YAPTI' DE
kadim bir sancıyı saplayarak geçti de
bu şehrin ana arterlerine
gözlerinde sırrı yezdan aşkı
inkârın mihmandarı bulvarlarında
eğlenmeden gitti de
İLLA ALLAH kelamına ilişme

2 Temmuz 2010 Cuma

Şehir işgal edildi

'şehir işgâl edildi '
dedi biri
kısık tiz sesiyle
ölüyordu sanki
'şehir işgal altında
yağma başlar birazdan
karanlık gözlü adamlar düşer kapınıza
çirkin ellerini dolayarak boynunuza'
-şehir işgal altında -dedi biri

oysa;
mevsim eylüldü
ve cadde-i kebire yağmur yağıyordu
herkes ağlıyordu
bir şehir nasıl işgal edilirdi ki;
eylülde ağlayanı varsa

güldüm geçtim
geçtiğin gibi benden

işgal onun eşgaliydi
ağlamayı bilmiyordu

durdum
ama, durmadı zaman
öyle hızlı geçiyordu ki,
ömrümüzün yamacından
arsızca törpüleyerek umutlarımızı
acımadan

durdum
ve fakat durmadı zaman
nasıl hızlı ilerliyordu, çelikten adımlarını vurarak
yaşam toprağımıza
yüzü kar tutmuyordu
yağmur tenine değemiyordu
ve biz bunu anlayıp
kestiğimizde gülüşlerimizi
hayretle bakıyorduk
bembeyaz saçlarımıza
durduk, hâlâ duruyoruz
birazdan öter dedi yandaki

birazdan öter

sûr

az dur

ellerimi bir harfe değdirdim
nasıl zarif, nasıl ürkekti
kıvrımlarında resmettim hayatı
nasıl derin, nasıl hayretti
ellerimi bir harfe sürdüm
nasıl naif, nasıl yalnızdı
nen var desem utanmadan ağlayacaktı
ben de ağlardım
korkmasam da ağlardım
sana, bana, ağlayanı olan
eylül mevsimli şehre ağlardım
bakma bana öyle sen de ağlardın
bir ağlamak yakışmıyordu sana
gözlerimi bir harfe çiviledim
nasıl dertli nasıl kederliydi
kimse bilmedi
nereden bileceklerdi

demedim
söylemedim
kıştı
kardı
borandı

kalbimi bir harfe vermiştim
adı 'vav' dı.